Dede Korkut’tan Eylül 16, 2013
Posted by Aybars in Adalet, Adamlık, Ahlâk, Aile, Akrabalık, Alperenler, Birlikte çalışma, Dayanıklılık, Dürüstlük, Düşküne kucak açma, Devlet, Din, Hoşgörü, Kimsesizlere yardım, Saygı-sevgi, Sözünde durma, Sevgi, Sorumluluk, İnsanlık.add a comment
Azını gören, çoğunu bilen, sözünü diyen oğul…
Sen sen ol, el sözüyle yola çıkma…
El sözüyle yola çıkan, el yolunda yorulur.
Can oğul… El pusatı keskin olsa bile düşmana kör olur, seni kanatır.
Sakın ha oğul, sakın ha… El ağzıyla söz deme, duyan sana değil ele inanır.
El, elini tutan zayıf düşer… Elin eli, tutarda, senin elin tutamaz.
Birlik el ele vererek olur. Doğrudur.
Ama elin eline verenin birliği de, dirliği de bozulur.
El atına binen tez iner… Elin atı nankör olur. El atıyla atalarının gittiği yere gidemezsin…
Ne Asya, ne Avrupa, ne de Ortadoğu…
Ola ki çok bilmişler, el atını sevmişler, sana “hadi sende” deseler de aldanma.
Onlar atsız kalır, yaya giderlerde gocunmazlar…
Güzel oğul. Senin baktığın yere, elin gözüyle bakma ha…
El kem bakar. El dar bakar. El hain bakar. Bil!
Senin görmek istediğin elin gözünde yoktur.
Vatan, Millet, Bayrak, Vatan sağ olsun diyen adam bunları duydun.
Dört kıta da on binlerce at sesi arasında mazlumun sesini duydun, mazluma kulak verdin…
Sen zalimin sesine kulak asmadın… Zalimi duymadın. Zalimle bir olmadın.
Elin kulağıyla duyma. Onlar duyacaklarını duyurmaz sana… Kendi duymak istediklerini duyurur.
Hey oğul! Yürekli oğul. Elin yüreğiyle yüreklenmeyesin.
Bak gör… Yüreksizdir el. Vicdansızdır. Yüreksizin yüreğini takınma. Vicdansız olma.
El yüreği mangalda kül bırakmaz. Ateşiyle de seni yakar.
Düşün! Onlar ele alışmıştır. Dilleri de eldendir, sözleri de, onlar gocunmazlar.
Onlar bu böyle gereklidir derler. Onlar söylerler.
Çünkü beyinleri de elindir. El olma, elin olma, elden olma. El olan, elin olan, elden olma.
El olan, elin olan, elini de, kolunu da, Vatanını, bayrağını, dinini, namusunu ve dahi devletini kaybeder.
Dede Korkut
Sabah Namazını Kaçırdığı için Kendini Azarlayan Sultan Aralık 24, 2008
Posted by Aybars in Din.add a comment
Rivayet odur ki, Sultan Üçüncü Murad, bir vakit sabah namazını kaçırmış ve içinde duyduğu hicran bir şiir olarak karşımıza çıkmış.
işte o şiirin tam sözleri: seherde uyanırlar cümle kuşlar semavatın kapuların açarlar bu dünya fanidir sakın aldanma benim, murad kulun, suçumu affet
|
Güney Afrika’da Osmanlı torunları Eylül 27, 2007
Posted by Aybars in Akrabalık, Alperenler, Devlet, Din, Diğergamlık, Emanete sahip, Girişimcilik, İnsanlığa hizmet.3 comments
Güney Afrika’daki Osmanlı Torunları…
Türk Hava Yolları son yıllarda inanılmaz bir gelişme içerisinde. Bir yandan uçak filosunu sürekli yeniliyor diğer yandan uçuş noktalarını artırıyor.
Son birkaç yıl içerisinde 30’a yakın yeni noktaya uçan THY’nin büyüme zincirinin en son ve en yeni halkası Güney Afrika oldu. THY’nin 4 yıl aradan sonra yeniden uçak seferleri başlattığı Güney Afrika’ya uçan heyette bir grup medya mensubu, işadamı ve bürokratla birlikte biz de yer aldık.
Dev gövdeli uçağın ilk yolcuları arasında çok sayıda da Güney Afrika’lı vardı. Güney Afrika Türkiye’ye yaklaşık 10 saat uçuş mesafesi olan, dünyanın öbür ucunda bir ülke.
Uçağımız önce 10 milyon nüfuslu Johannesburg’a, ardından da 4.5 milyon nüfuslu turizm şehri Cap Town’a indi. Burada inanılmaz bir coşkuyla ve sevgi gösterileriyle karşılandık. Cap Town’da kaldığımız 3 gün içerisinde Güney Afrika’nın pek çok güzelliğini görme imkanı da bulduk. Penguen adasındaki sevimli penguenleri, Atlas okyanusu’ndaki kayalıklarda fok balıklarını, Hint Okyanusu’yla Atlas Okyanusu’nun birleştiği nokta olan Ümit Burnu’nu ve pek çok önemli mekanı gezdik.
Güney Afrika’daki Osmanlı nesli…
Güney Afrika gezisinin benim açımdan en ilginç tarafı ise Osmanlı neslinden gelen Efendi ailesini tanımak oldu. Ben sizlere kısaca Efendi ailesini tanıtayım:
1870’li yıllar…
Güney Afrika İngiltere sömürgesidir… Osmanlı Devleti ise Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın idaresindedir…
İngilizler binlerce Malezyalı ve Endonezyalı köleyi Güney Afrika’ya getirir… Ancak bu Müslüman köleler arasında dini konularda büyük bir boşluk ve kargaşa oluşur. Dönemin İngiltere kraliçesi bu konuda Osmanlı Devleti’nden yardım ister…
Abdülhamid Han, çok güvendiği ve dini bilgisinden emin olduğu Ebubekir Efendi’yi Güney Afrika’ya gönderir.
Ebubekir Efendi dini ilimler konusunda yüksek bilgisi olan hem çok kültürlü hem de çok takva bir alimdir. Aynı zamanda baba tarafından seyyiddir…
Güney Afrika’ya gelince bölge halkına İslamiyeti tebliğ konusunda stratejik adımlar atar. Mesela ilk işi burada halkın konuştuğu dilleri öğrenmek olur. Kısa sürede 7 dil öğrenir. Hem Batılılarla hem Afrika yerlileriyle hem de Malezya ve Endonezya’dan getirilen Müslüman esirlerle kolay diyalog kurar.
Bu arada birkaç stratejik evlilik yapar ve bazı etkili topluluklarla akrabalık bağları da kurarak Cap Town şehrindeki etkinliğini artırır. Ebubekir Efendi’nin gayretleri sonucunda pek çok insan İslam’la tanışır.
Malezyalılar ve diğer Müslüman unsurlar kimliklerini yaşatma imkanı bulur. Bugün yaklaşık 4.5 milyon nüfuslu Cap Town şehrinin yüzde 30 kadarı müslümandır. Şehrin pek çok yerinde kiliselerle birlikte camiler de var.
Güney Afrika’da Efendi adı adeta bir efsaneye dönüşmüş. Ebubekir Efendi’nin halen yüzlerce torunu bulunuyor. O torunlardan biri olan Kerime hanımla THY’nin açılış yemeğinde tanıştık.
Konuşkan, cevval orta yaşlı bir kadın.
Osmanlı’ya, Türkiye’ye, Türklere karşı büyük sevgi hisleri var. Konuşmasındaki heyecandan bunu hissettim. Kerime hanım bir Alman’la evli. Fakat kızı İnci hanımı Türk işadamı Levent Şenol beyle evlendirmiş. En yakın zamanda Türkçe’yi öğrenmek istediğini söylüyor.
Ebubekir Efendi’nin torunları arasında Türkçe’yi güzel konuşan bazı kimselerin de olduğunu öğreniyoruz. İnşallah onları bir sonraki güney Afrika ziyaretimizde bulup konuşacağız. Eminim çok ilginç bazı hayat hikayeleri çıkacak.
Abdülhamid Han’ın Güney Afrika’ya gönderdiği din alimi Ebubekir efendi hayatı boyunca burada kalmış. Mezarının da Cap Town şehrinde olduğu söyleniyor.
Geçtiğimiz yıl Güney Afrika’yı ziyaret eden Başbakan Erdoğan, bu konuyla da yakından ilgilenmiş. THY Başkanvekili Hamdi Topçu da aynı şekilde konuyla yakından ilgileniyor ve Cap Town şehrinde, Ebubekir Efendi’nin ve Osmanlı’nın adını yaşatacak olan bir kültür evi ve anıt mezarın yapılması için gayret gösteriyor.
Eyalet Başbakan’ından anlamlı mesajlar
Cap Town’daki ziyaretimiz sırasında bölge Eyalet Başbakanı İbrahim Resul’le de tanışıp kısa bir süre de olsa sohbet etme imkanı bulduk. O da Türkiye-Güney Afrika ilişkilerinden sözederken hemen Ebubekir Efendi’nin hizmetlerinden bahsediyor.
İbrahim Resul bey Malezya kökenli bir Müslüman devlet adamı. Son derece bilgili, kültürlü, entelektüel bir kişi. Türkiye’deki gelişmeleri yakından takip ediyor. Başbakan Erdoğan’la yakın dostlukları var.
Güney Afrika’dan bakınca Türkiye’yi nasıl gördüklerini sorduğumda, aslında dışımızdaki dünyanın Türkiye’yi ne kadar yakından takip ettiğini bir kez daha görme imkanı buldum. Türkiye’de bazı kimseler çeşitli zırvalarla ve ipe sapa gelmez konularla gerilim çıkarmaya devam ederken, dış dünya olup biteni büyük bir dikkatle takip ediyor.
Eyalet Başbakanı İbrahim Resul, 27 Nisan muhtırasından 22 Temmuz seçimlerine ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına uzanan süreci, yaşanan rejim tartışmalarını bize tek tek anlattı. Seçimlerden güçlü bir iktidar çıkmasına, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesine, Türkiye’deki demokratikleşme sürecine çok olumlu baktıklarını söyledi.
Bir şey daha öğrendik; Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz yıl Güney Afrika’ya yaptığı ziyaret iki ülke arasındaki ilişkileri çok olumlu etkilemiş. Örneğin Güney Afrika’ya ihracatımız yüzde 85 artmış. Halen iki ülke arasında 2.5 milyar dolara yakın bir ticaret hacmi bulunuyor. THY’nin 4 yıl aradan sonra yeniden başlattığı uçak seferleriyle, iki ülke arasındaki ilişkilerin hızla artması bekleniyor.
Battaniye Kralı Türk işadamı…
Halen Güney Afrika’da az sayıda Türk işadamı bulunuyor. Türk işadamları arasında öne çıkan en önemli isim Levent Şenol. Sivaslı genç işadamı Levent Bey, 18 yıl önce geldiği Güney Afrika’da şimdi dünyanın 3. büyük battaniye üreticisi olmuş. İlk önceleri eşarp ticaretiyle daha sonra Türkiye’den battaniye ithalatıyla işlerini büyüten Levent Şenol şimdi Cap Town’daki dev fabrikasında günde 3 vardiya üretim yapıyor, 400 kişiye istihdam sağlıyor ve 20 milyon doları aşkın ciro gerçekleştiriyor. Levent Şenol’un yanı sıra birkaç küçük çaplı battaniye üreticisi Türk işadamının olduğunu öğrendik. Yine gıda ve tekstil alanında faaliyet gösteren Türk işadamları var.
Türk okulları Güney Afrika’ya da gelmiş…
Dünyanın dört bir yanındaki Türk okulları güney Afrika’yı da ihmal etmemiş. Star adını taşıyan Türk okulunda ana sınıfından lise son sınıfa kadar modern bir eğitim veriliyor. Cap Town havalimanında bizleri Türk ve Güney Afrika bayraklarıyla karşılayan sevimli siyahi çocukların bu Türk okulunda okuduğunu öğrenince okulu mutlaka ziyaret etmeye karar verdik ve burada duygu dolu anlar yaşadık. Çocuklar bizlere Türkçe şiirler okudu, şarkılar söyledi.
1870 yılında Osmanlı Devleti’nin buraya gönderdiği Ebubekir Efendi’den sonra, çağdaş Alperen Dervişler ilimle, irfanla, eğitimle yeniden Güney Afrika’ya gelmişlerdi. Tıpı Ebubekir Efendi’nin önce kalpleri ve gönülleri fethederek hizmetini sürdürmesi gibi, Türk okulları da samimiyet ve ihlasla buradaki eğitim hizmetini sürdürüyor. Yakın bir gelecekte bu okullardan mezun, Türkçe konuşan, Türkiye’yi seven yüzlerce genç mezun olacak.
Cap Town’daki okulla birlikte, Güney Afrika genelinde 4 Türk okulu faaliyet gösteriyor ve bu okullarda bin öğrenci öğrenim görüyor.
Seyfullah Türksoy
www.turksoylaipekyolu.com
SEVGİ MEDENİYETİ Mayıs 18, 2007
Posted by Aybars in Adalet, Ahlâk, Aile, Akrabalık, Bekarlara yardım, Birlikte çalışma, Canlılara hizmet, Dürüstlük, Din, Diğergamlık, Edep, Hastalara yardım, Kimsesizlere yardım, Komşuluk, Saygı-sevgi, Sevgi, Yardımlaşma, İnsanlığa hizmet, İstanbul efendisi.add a comment
Zeki Soyak
Bir toplumda insanî ilişkiler ve insanların diğer canlılara ve doğaya karşı tutum ve davranışları, o toplumun inanç, örf ve adetlerinin, gelenek ve göreneklerinin göstergesidir. Yüzlerce yıl bir arada yaşayan insanlar, aynı mahalleyi, aynı köyü, aynı şehri yurt tutmuş bir çok müşterekler edinmişlerdir. Aynı acıları, aynı sevinçleri paylaşmışlar, toplum hafızasında unutulması mümkün olmayan hatıralar ve izler bırakan nice hadiseleri beraber yaşamışlardır.
Bu paylaşımlar, yüzlerce yıl süren bu beraberlikler, yaşanılan topraklarda yeni yeni medeniyetlerin doğmasına, gelişip büyümesine vesile olmuştur. Medeniyetlerin oluşmasında elbette en büyük etken DİN’dir. Dinsiz, inançsız bir toplumun kalıcı ve etkileyici bir medeniyet tesis etmesi asla mümkün değildir. Geçmişte birçok kavimler çok büyük toprak parçalarını ele geçirmiş, çok geniş topraklar üzerinde de büyük devletler kurmuşlardır. Ne var ki bu devletler uzun müddet ayakta kalamamış, arkalarında acı, vahşet ve dehşet bırakarak tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir. Bir müddet ayakta kalabilenler; sömürü, vahşet ve zulüm çarklarını döndürebilenler ise, insanlığa bir müddet daha acı çektirmekten öte bir şey yapmamışlardır. Sebep, ya dinsizlikleri, ya mensup oldukları dinin gereğine göre hareket etmemeleri, ya da dinlerini kendi heva ve heveslerine göre tahrif etmeleridir. İnançlı ve inancının gereğini yaşayan toplumların meydana getirdikleri medeniyetler ise, devletleri zeval bulduktan sonra da etkilerini ve varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Medeniyet deyince elbette ilk akla gelen İSLAM MEDENİYETİ’dir. İnsanlık onun gibisine asla şahit olmamıştır. Bundan sonra da olamayacaktır. Çünkü İslam medeniyeti, Allah’ın varlık ve birliğine ve ahiret gününe iman gibi yüce bir inançtan beslenmektedir. Bu inanca sahip fert ve toplumlar sadece dünyalarını mamur etmek için değil, daha da önemlisi ahiretlerini mâmur etmek, ebedi saadete kavuşmak için çaba gösterirler. Nefislerine, çıkarlarına göre değil, dinlerinin emir ve yasaklarına göre hareket ederler. Yüce kudret karşısındaki bu teslimiyet; kargaşaları, kavgaları önleyerek birlikte çalışmayı, yardımlaşmayı, karşılıklı hak ve hukuka riayeti, insanî ilişkilerde hoşgörüyü, diğergamlığı, karşılıklı muhabbeti ön plana çıkarır. Çünkü merkezinde insan vardır. İnsana önem verir. İnsana da kendi emrine verdiği diğer varlıkları korumayı, doğaya karşı saygılı olmayı ve onlardan ancak meşru yoldan, dinin müsaade ettiği ölçülerde faydalanmayı emreder. Böylece sadece insanlar arasında değil, bütün varlıklar arasında akıllara durgunluk veren bir ahenk tesis edilmiş olur. İşte bu ahenkler cümbüşünden, kıyamet sabahına kadar devam edecek olan, insanlığın her devirde ve her şartta istifade edeceği, etkileneceği, dönüp dolaşıp neticede karar kılacağı İslam medeniyeti vücut bulmuştur.
Bu medeniyet sevgi medeniyetidir. Hoşgörü medeniyetidir. İsar medeniyetidir. Hukuk medeniyetidir. Ahlak medeniyetidir. Hizmet medeniyetidir.
Bu medeniyetin muharrik gücü muhabbettir. Allah Teâlâ’ya, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e muhabbettir.
Yaratan’dan ötürü yaratılana muhabbettir, onun için muhabbet yüce bir duygudur. Bitmeyen tükenmeyen bir enerjidir. Akılların yorgun düştüğü, bedenlerin mecalsiz kaldığı, ümit ışıklarının fersizleştiği ortamlarda fert ve toplumları yeniden derleyip toparlayan, sönmeye yüz tutmuş hizmet ateşini körükleyen, kulluk heyecanını coşturan muharrik bir güçtür. Muhabbete teşne olan kalbler, RAHMAN’ın kudret elinde, bütün kâinatı kucaklayan bir inşiraha ulaşarak, yaratandan ötürü yaratılanı sevmenin sırrına muttali olurlar. LATİF’in nice lütuflarına mazhar olarak nice LETAFETLER’le donanırlar.
Muhabbet ehli için, Mahbub’un yolunda her şeyini ve hatta canını feda etmek bile bir fedakarlık sayılmaz. Böyle bir iddia Mahbub’a karşı saygısızlık addedilir.
“Allah’a ve Peygambere itaat edenler, işte onlar, Allah’ın kendilerine in’am ettiği peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar.” (Nisa/69) ayetinde verilen mesajı idrakle, muhabbetin itaat gerektirdiğini, itaat etmeyenlerin muhabbet iddiasının yalan bir iddia olduğunu kavrayarak, yaşantılarını Allah Teâlâ’ya, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ve O’nun itaatle emrettiklerine itaat ederek TAÇ’landırırlar.
Sahabeden bir zat, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna gelerek; “Ya Rasulullah! Seni o kadar seviyorum ki sen aklıma gelince, hemen gelip seni görmesem canım çıkacak gibi oluyor. Sonra ahireti düşünüyorum, eğer cennete girersem, elbette senden çok aşağı mertebelerde olacağım. Senden ayrılmak bana çok zor geliyor. Ben cennette de seninle beraber olmak istiyorum.” dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir şey demedi, sükut etti. Bir müddet sonra yukarıda zikredilen Nisa suresinin 69. ayeti kerimesi nazil oldu. Böylece, o sahabenin şahsında bütün müslümanlara, cennette Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber olmak istiyorsanız, gerçekten onu çok seviyorsanız, Allah Teâlâ’ya ve O’nun Rasulüne itaat etmeniz gerekir mesajı verilmiş oldu.
Müslüman toplumlarda başka hiçbir toplumda görülemeyen o kadar güzellikler vardır ki, bu güzellikleri tâdât etmek mümkün değildir. Ne yazık ki birçoklarımız bu güzelliklerin farkında bile değiliz. Renk ve râyihâsı ile bülbüllerin mestolduğu bir gülistana, kargaların eşelenip deşelendiği pis kokulu bir mezbeleliği tercih edenler, ne utanç verici bir seçim yaptıklarının farkında değillerdir.
İslam’ın değerlerinden, İslam medeniyetinin güzelliklerinden yüz çevirip, Batının kokuşmuş yaşantısını tercih edenler, batıya özenenler, kendi değerlerinden, kendi güzelliklerinden habersiz zavallılardır.
Ecdadımız İslam’a bağlı kaldıkları, Allah Teâlâ’ya ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e itaat ettikleri için hem huzur bulmuşlar ve hem de huzur vermişlerdir.
İnsanlara hizmeti bir ibadet kabul etmişler, bütün canlılara şefkat ve merhametle muâmele etmişlerdir. Onun için hem insanlara ve hem de hayvanlara, kuşlara hizmet gayesiyle sayılamayacak kadar vakıflar kurmuş, vakıf müesseseleri tesis etmişlerdir. Medrese, cami, tekke, kervansaraydan tutun da sokakta başı boş, sahipsiz hayvanların bakımına, göçmen kuşlardan hasta olan, yaralanan ve dolayısıyla vakti gelince göç edemeyenlerin tedavi ve bakımlarına, evlilik çağına gelen ve fakat fakirlik veya kimsesizlikten dolayı evlenemeyen gençlerin evlendirilmelerine, kimsesiz ve muhtaç çocukların ve yaşlıların barınmaları ve bakımlarına kadar çeşit çeşit vakıflar kurmuşlar ve bu vakıfların hizmetlerini devam ettirebilmeleri için her türlü imkanı sağlamışlardır.
Diğer taraftan birbirleri ile olan ilişkilerde, alışverişlerde, aile, akrabalık, komşuluk ve arkadaşlık münasebetlerinde, yardımlaşmada, karşılıklı saygı ve sevgiye dayalı çok köklü bir gelenek ve görenek tesis etmişlerdir. Büyüklere karşı saygı, küçüklere sevgi ve şefkat, kadınlara bir ana olarak verilen değer, düşkünlere, kimsesizlere yardım, destanî boyutlara ulaşmıştır.
İnsanî ilişkilerdeki karşılıklı nezaket ve edeb büyük bir hayranlık uyandırmakta, insan bu muhteşem manzara karşısında gıbta ve hasretle iç geçirmektedir. Bu nezaket ve edeb “İSTANBUL EFENDİSİ” tabiri ile simgelenmiştir. Toplumumuz bu simgeye ne kadar muhtaçtır.
Ecdadımız gayrimüslimlere gösterdikleri hoşgörü ile de temayüz etmişlerdir. Onların idaresindeki müslim, gayrimüslim herkes adalet, şefkat, merhamet ve hoşgörüye muhatab olmuşlardır. Asla şiddet ve baskıya tabi tutulmamışlardır. Bu gerçeği gayrimüslimler bile takdirle yâd etmişlerdir.
Nitekim bir yabancı şu itirafta bulunmuştur: “Eğer Türkler hakimiyetleri altına aldıkları milletlere Hıristiyanların yaptıkları gibi zorla İslamiyeti kabul ettirmiş olsalardı, ki buna kimsenin itirazı olamazdı. Bugün ne Ermeni meselesi, ne Girit meselesi ve muhtemelen de ne de şark meselesi olurdu. Oysa Türkler bunu yapmadılar. Kur’an’ı Kerim’e uyarak herkesin kendi usulünce ibadet etmesine müsâde ettiler. Böylece Hıristiyan Avrupa’nın bizzat Hıristiyan kanı döktüğü ve inançları değişik olanlara vahşice zulüm yaptıkları bir devirde Osmanlı İmparatorluğu engizisyonun bulunmadığı, yakmaların ve sihirbazlık ithamlarının mevcut olmadığı yegâne memleket oldu. Hıristiyanlar tarafından her yerden kovulan, tard ve takip edilen Yahudilerin sığınabildiği tek memleket de Osmanlı ülkesi olmuştur. Bunlar da gösteriyor ki manevi bakımdan İslam ülkeleri Hıristiyan ülkelerinden çok daha iyi yaşama şartları bahşetmiştir.” (Yabancılara Göre Eski Türkler)
Görüldüğü gibi, bizi biz yapan değerlerimize sahip çıktığımız, dinimizin icaplarına göre yaşadığımız devirlerde sadece Müslümanların değil, gayrimüslimlerin de huzur bulduğu, inançlarına göre serbestçe yaşadığı bir sığınak olduk. Herkese, her varlığa hizmet götürmeyi, dürüst, ahlaklı, edebli olmayı, ilişkilerimizde hoşgörülü, nezaketli olmayı, diğergam olmayı toplum olarak hayat tarzı seçtik ve Müslümanlardan başka hiçbir toplumun tesis edemediği ve edemeyeceği İslam medeniyetini gerçekleştirdik.
Türkler ve Ermeniler: Bulanık Suların Ardında İki Toplum, Yüzyıllık Himayenin Meyvesi; Zehirli Elma… Mayıs 18, 2007
Posted by Aybars in Din, Yönetimde hoşgörü.add a comment
27 Nisan 2006 – |
21. yüzyılın genç ve dinamik devletlerinden Türkiye, kurulmuş olduğu 1923 tarihinden bu yana Mustafa Kemal Atatürk’ün sağlam temeller üzerine oturttuğu Cumhuriyet’in temel direklerinin muasır medeniyetler seviyesine yükselmesi için çaba sarf etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti binlerce yıllık geçmişinden günümüze taşıdığı mirasını içinde bulunduğumuz yüzyılın sürekli değişen koşullarıyla bütünleştirirken birçok iç ve dış sorunu da aşmaya çalışmaktadır.Ülkemizin uluslararası arenada hak ettiği yeri almasında zaman ve güç törpüsü niteliği taşıyan bu sorunlardan biri Ermeni sorunudur. 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Ermeni Cumhuriyeti bu tarihten sonra Türkiye’ye yönelik soykırım iddialarını devlet politikası haline getirerek tüm dünyaya mazlum millet portresi çizmeye çalışmış; başta ABD ve Fransa olmak üzere belli başlı devletleri ve uluslararası kamuoyunu Ermeniler lehine etkilemek için çaba sarf etmiştir. Ermeniler’in savundukları iddialar üç başlık altında toplanmaktadır: 1.Ermeni anavatanı iddiası Bu iddialar çerçevesinde Ermeniler’in amaçları iddialarının kabul edilmesine bağlı olarak Türkiye’nin yüklü bir tazminat ödemesini sağlamak; bunun da ötesinde Büyük Ermenistan’ı kurabilmek için Türkiye sınırları içinde bulunduğunu iddia ettikleri topraklarını geri almaktır. Ermeniler bu amaçlarına ulaşabilmek için başta lobicilik olmak üzere sahte belgeler düzenlemek gibi faaliyetlere yoğunlaşmışlardır.Özellikle insan hakları konusunda hassas olan uluslararası kamuoyunu etkileyerek birçok ülkede soykırım anıtları diktirmeye,bazı okullarda sözde soykırım dersleri okutulmasına muvaffak olmuşlardır. Devlet geleneği bulunmayan,yüzyıllarca çeşitli devletlerin boyunduruğu altında olan Ermeniler’in Osmanlı yönetiminin sonsuz hoşgörüsüyle altın çağlarını yaşayıp ”Millet-i Sadıka” olarak adlandırılmışken bugün soykırım iddialarını ilkokul çocuklarının kitaplarına kadar taşımaları nesilden nesle aktarılan bu nefretin kaynağının ne olduğu konusunda zihinleri zorlamaktadır. Bu iddiaların bizzat Ermeni cemaati tarafından çürütülmeleri ise iddiaların asılsızlığı kadar çarpıcıdır.Şöyle ki Kandilli Ermeni Kilisesi Başkanı Dikran Kevorkan 7 Ekim 2000 tarihinde katıldığı Kanal 6’daki Ceviz Kabuğu programında şu ifadeleri kullanmıştır: (1) ”Bugün dünya üzerindeki Ermeniler’in en rahatlıkla en güçlü şekilde kendi kimliklerini muhafaza ettikleri ülke Türkiye’dir. Atatürk’ün emanet ettiği Kuvay-i Milliye ruhuna haksızlık yapılmaktadır. Bütün bunlar dışarıdakilerin oyunudur. Ermeniler akıllıysa maşa olarak kullanılmasınlar.” Ermeni sorununun ortaya çıkışından soykırım iddialarına varan tarihsel sürecin ele alındığı ”Türkler ve Ermeniler: Bulanık Suların Ardında İki Toplum, Yüzyıllık Himayenin Meyvesi; Zehirli Elma…” adlı bu çalışmanın 1. bölümünde Ermeni sorununun ortaya çıkışı ve gelişimi; Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları, büyük devletlerin Ermeniler üzerindeki emelleri, Ermeniler’in kurumlaşmaları, 2. bölümünde Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı sırasındaki tehcir uygulaması, tehcir kararının alınmasına neden olan faktörler ve tehcir kanununun uygulanması,soykırımın tanımı ve Talat Paşa’ya atfedilen soykırım emri iddiaları, 3. bölümünde de Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşayan Ermeniler’in toplumsal ve kültürel kimlikleri büyüteç altına alınmıştır. Sonuç bölümünde ise bugün dünyada etkin bir şekilde devam eden Ermeni propagandalarına değinilerek çalışma boyunca elde edilen bulgular doğrultusunda bir değerlendirme yapılmıştır. 1. BÖLÜM ERMENİ SORUNUNUN ORTAYA ÇIKIŞI VE GELİŞİMİ Tarih boyunca pek çok coğrafyayı yönetmiş olan Türkler idareleri altındaki hiçbir milleti Türkleştirmeye çalışmamış; onların din ve adetlerine saygı göstermişlerdir.(2) Osmanlı idaresi, hakimiyeti altındaki halkların iç yapılarına müdahale etmemiş;haricen idare etmekle yetinmiştir.Bu sebepten imparatorluk topraklarında azınlıkların muhtariyeti her bakımdan en ileri Avrupa memleketlerininkinden daha mükemmel olmuştur. 1.2.BÜYÜK DEVLETLERİN ERMENİLER ÜZERİNDEKİ EMELLERİ VE ERMENİLERİN KURUMLAŞMALARI 2. BÖLÜM OSMANLI HÜKÜMETİ’NİN 1. DÜNYA SAVAŞI SIRASINDAKİ TEHCİR UYGULAMASI VE SOYKIRIM İDDİALARI 2.1.TEHCİR KARARI’NIN ALINMASI Osmanlı imparatorluğunun 1. Dünya Savaşı sırasında devlet bütünlüğünü ve Doğu Anadolu’daki Müslüman halkı korumak amacıyla tüm ayrıntılarını dikkatle planlayarak uygulamaya koyduğu tehcir hareketi tarih boyunca eşi görülmemiş insani bir sevkiyat olma özelliği taşımasına rağmen Ermeniler tarafından soykırım iddialarının hareket noktası olarak kullanılmaktadır. 3. BÖLÜM OSMANLI İMPARATORLUĞU DÖNEMİNDE ERMENİLERİN TOPLUMSAL VE KÜLTÜREL KİMLİKLERİ SONUÇ EK – 1 KRONOLOJİ • M.Ö.2350 -Ermeni tarihçi Mouses’e göre Hayk’la Ermeni tarihinin başlaması EK – 2 YÜKSEK MAKAMLARDA BULUNAN DİĞER BAZI ERMENİLER EK – 3 1973 – 1982 YILLARI ARASINDA VUKU BULAN ERMENİ TERÖR EYLEMLERİ DİPNOTLAR 2. Bölüm 3. Bölüm Sonuç KİTAP MAKALE ANSİKLOPEDİ TEZ İNTERNET Not: Bu yazı Ermeni Araştırmaları Enstitüsü’nün düzenlemiş olduğu 2004 Türkiye Ermeni Araştırmaları Makale Yarışmasında 500 yarışmacı arasında 8. olarak mansiyon ödülü almaya hak kazanmıştır. document.write(location.href)http://216.239.59.104/search?q=cache:pb4J7XU4LIwJ:www.turksam.org/tr/yazilar.asp%3Fkat1%3D3%26yazi%3D878+YABANCILARA+G%C3%96RE+ESK%C4%B0+T%C3%9CRKLER&hl=tr&ct=clnk&cd=5&gl=tr |
Türkler ve İslam: Panoramik Bir Bakış..! Mayıs 18, 2007
Posted by Aybars in Din.add a comment
http://www.yorumla.net/archive/index.php?t-160229.html Türkler ve İslâm, Türklerin İslâmiyet’i seçtiği asırlardan bu yana, birbiriyle et–tırnak mesabesinde olmuş ve çok yerde Türk kelimesi Müslüman kelimesiyle eş manâlı olarak kullanılır hale gelmiştir. İslâmiyet’i kabûl etmeyen Türkler, zamanla Türklüklerinden de çıkmış, Türkler İslâmiyet’e kale ve bayraktar olurken, İslâm da Türkler için koruyucu bir sera fonksiyonu görmüştür. Yer yer Türklere ve Türkiye’ye yeni referanslar arandığı günümüzde bu meseleye tarihî açıdan kısaca bakmakta fayda mülâhaza ediyoruz.
Bir Mukayese
Türklerin, medeniyet kurmuş en büyük milletlerden biri olduğuna tarih şahiddir. Objektif, hattâ bir dereceye kadar Türkçü tarihçi ve sosyologların bu konuda vardıkları hüküm şudur: Türklerde millî birliği kuran unsurlar arasında din, dilden hiç de geri kalmamıştır. Türkler Müslüman olmasaydı, değişik isimlerle kavimler halinde dağılıp gidebilirlerdi; nitekim daha önce çeşitli dinlere girip birbirlerine düşman olmuşlardı. İlk defa Müslümanlık bütün Türkleri bazı istisnalar hariç topyekün içine alacak kuvveti gösterdi ve Türkler Müslüman olduktan sonra kuvvetli birlikler teşkil ettiler.(Güngör, 16)
Gerçekten de Türkler, Müslüman oluncaya kadar, girip çıkmadıkları din kalmamıştır denecek ölçüde pek çok dine girmiş çıkmış (Öztuna, 1:83), bu dönemde önemli devletler kurmuş, fakat bu devletlerin hiç biri Türkleri büyük ölçüde de olsa birleştiremediği gibi, tarihî açıdan çok büyük önem arz edici olmamıştır. Bunun da ötesinde, Müslümanlaşmayan Türkler, neticede Türklüğünü de kaybetmiş ve başka dinler, başka milletler içinde eriyip gitmişlerdir. Meselâ, 865’e kadar bir Türk devleti olan Bulgar Hanlığı ve bir Türk kavmi olan Tuna Bulgarları, bu tarihten sonra, Hıristiyan oldular ve Slavlaşmaya başladılar. Bu Slavlaşma bir asır içinde tamamlandı. 1000 senesinden evvel Bulgarlar arasında Türkçe artık unutulmuş ve Bulgar Türkleri bir slav halkı olmuştu. Bunlar, bugünkü Bulgarları teşkil etmiştir (Öztuna, 1:203). Aynı şekilde, 12’nci asırdan sonra artık Peçeneklerden de bahsedilmemektedir. Üç asır doğu Avrupa’da mühim rol oynamasına rağmen Peçenekler, yerleşik hayata geçememiş ve muntazam bir devlet kuramamışlardır (Öztuna, 1:221). Peçeneklerden boşalan kuvvet muvazenesinde Kumanlar onların yerini almış, fakat Macaristan’a girip, uzun zaman Macar Ovası’nda kalarak, neticede Macarlaşıp gitmişlerdir (Öztuna, 1:223).
Tarihin, coğrafî genişlik bakımından belki en geniş imparatorluğu olan Moğol İmparatorluğu’nun hikâyesi de, farklı değildir. Öztuna’ya kulak verelim:
“Japonya ve Hindistan dışında bütün Asya, bütün Doğu Avrupa, Viyana’ya kadar Orta Avrupa, Trakya’ya kadar Balkanlar, Moğol hakimiyetine düştü. Okyanusya ile Almanya arasında kesiksiz uzanan bu muazzam imparatorluk, bütün tarihteki devletlerin mutlak şekilde en genişidir. Kubilay zamanında büyük Moğol Kağanlığı 44 milyon km2 bir toprağa sahip bulunuyordu. O zamanki dünyanın 64 milyon km2 kadar olduğu hatırlanırsa, dünyanın üçte ikisinin ve dünya nüfusunun üçte ikisinden fazlasının Moğol idaresinde birleştiği anlaşılır. Onun zamanında Fransa’da 10, İngiltere’de 2 milyon nüfusun yaşadığı hatırlanmalıdır. Marco Polo, Kubilay hakkında; “Hz. Âdem’den beri yeryüzüne gelmiş en büyük ve en zengin hükümdar” der.
“Hulâgu’nun Bağdat’ı, Şam’ı, Musul’u, Halep’i fethettiği 1258 yıllarında ağabeyi Kubilay, Tonkin’in merkezi Hanoy’u fethediyordu. Bu iki kardeşin amca oğulları Batu da, bir kaç yıl önce Balkanlar’ı, Macaristan’ı, Çekoslavakya’yı, Lehistan’ı fethetmiş, Breslau’ı almış, Viyana’ya gelmiş, Adriyatik’e dayanmıştı. Breslau ile Cava arasındaki mesafenin kuş uçuşu 10.000 kilometreden fazla olduğu hatırlanırsa, gerçekleştirilen fütuhatın azameti kavranabilir.
“Bununla beraber, Moğol İmparotorluğu’nun tarihteki mevkii, Türk–Osmanlı İmparatorluğu derecesinde büyük değildir. Çünkü az zamanda dağılmış, ayrıldığı dört imparatorluktan üçü (Müslümanlaşarak) Türkleşmiş ve bu saydığımız üç muazzam siyasî teşekkkül derecesinde devamlılık gösterememiştir. (1:243)
“Ve, Cengiz’den sonra Moğol İmparotorluğun’un dört şubesinden üçünün İslâm dinini ve Türk dilini ve kültürünü kabûlünü müteakip, artık Müslüman olmayan, hele Şaman dinine sâlik Türkler, ehemmiyetsiz bir ekalliyet halinde, Uzak Doğu’nun, Sibirya’nın ıssız ülkelerinde idamei hayat edebilmişlerdir.” (Öztuna, I:140)
Türk Tarihinin En Büyük İnkılâbı
Türklerin Müslüman oluşu, Türk tarihinin en önemli hadisesi, insanlık tarihinin de en önemli hadiselerinden biridir. Bunun tarihi, genellikle 10. asırdan, daha geride 751 Talas Savaşı’ndan başlatılırsa da, Buhari, Müslim ve Tirmizî gibi en büyük Hadis imamlarının Maveraünnehir kökenli olduğu hatırlanırsa, bu tarih daha öncelere de kaydırılabilir. Nitekim, son İran Sâsânî şehinşâhı III. Yezdicerd, 642 Nihavend mağlubiyetinden sonra imparotorluğunu kaybedince, Merv’e gelip Batı Göktürk hakanı Tulu Kağan’a sığınmış, daha sonra Horasan’ı alan Müslümanlar, Emevîler çağında Amuderya’yı geçip Mâverâünnehr’e girmişlerdi. 710–716 arasında Emevî umumî vali ve başkumandanı Kuteybe ibn Müslim, Mâveraünnehr’in hemen tamamını Türkler’den almış ve Semerkand, Buhara gibi büyük merkezler, İslâm devletine katılmıştı. Buralarda yaşayan Türkler, İslâm hakimiyetini kabûl etmişler ve neticede Türkler arasında ilk Müslüman olma vakaları başlamıştır (Öztuna, 1: 88).
Çinlilerin Müslümanlara karşı giriştiği Talas meydan muharebesinde Arap Müslümanlarla Türkler silah arkadaşlığı yaptılar ve bu, 7. asrın iki büyük fâtih milleti arasında büyük bir psikolojik yakınlaşma meydana getirdi. Bu tarihten itibaren İslâm, Türkler arasında sulh yoluyla yayılmaya durdu. Bu tedricî nüfuz ve yayılışlar sayesindedir ki, kaynaklar 960 yılında 200.000 çadır halkı gibi büyük bir göçebe kitlesinin İslâm dinini kabûl ettiğine dair mühim bir hadiseyi bildirmişlerdir (Turan, 239).
Karahanlılardan Satuk Buğra Han’ın “Abdülkerim” adını alarak 920 yıllarına doğru İslâm dinini kabul etmesiyle, Türk tarihinin mukadderatı değişti ve bu hadise, Türk tarihinde tam bir dönüm noktası teşkil etti (Öztuna, 135). Artık Türklerin yüzleri İslâm dünyasına dönmüştü. Burada mağlûbiyete uğrayan Çin ise iç buhranlara düşerek, bir daha Orta Asya’ya ve Türklere müdahalede bulunamadı (Turan, 219).
Bu âna kadar Türkler, etrafı yüksek dağlarla çevrili bozkırlardan ve çöllerden oluşan bir kara ülkesi halkıydı. Müslüman olduktan sonra yüzünü batıya, sürekli batıya çeviren Türkler, denizlere açılmaya ve kurdukları cihan devletleriyle dünya çapında bir millet olmaya yöneldiler.
1040’ta Karahanlılar, Kaşgar ve Semerkand’da idi. Bu tarihte Selçuklular, Gazneliler’e karşı Dandanakan zaferini kazandılar. Bu zafer, Türk tarihinin İstanbul’un fethi ve Malazgirt’ten sonra en mühim hadisesidir. 1000 yıl kapalı kıtalarda dolaşan Türkler, Dandanakan’la bir hamlede açık denizlere inmişler (Öztuna, 1:383) ve Büyük Türk Hanlığı tacı, Selçuklular’a geçince, artık Türk İmparotorluğu, bir Yakın Doğu devleti olmuştur. 1071 yılı ise, Malazgirt zaferi ve Anadolu’nun fethinin başlangıç yılıdır. 3 yıl sonra 1074’te Türkiye devleti kurulmuş ve başkent olarak İznik şehri seçilmiştir. Bu yüzyıl, Türk tarihi hesabına baş döndürücü olmuştur (Öztuna, 138).
Moğol istilasıyla ağır bir darbe alan İslâm ağacı, Türklerin Müslüman olmasıyla birlikte yeni ve oldukça muhteşem bir sürgün verdi. O kadar ki, bugün İslâm tarihi ve İslâmTürk tarihi sanki 19 ve 20’nci asırlardan ibaretmiş gibi, gözümüzü bu geçmişimize kapayıp, son iki asırdaki gerilememizin vebalini İslâm’a yıksak da, tarihin apaçık şahid olduğu bir gerçek vardır ki, 1774’te Ruslar karşısında aldığı mağlûbiyetle Türk–Osmanlı devleti, dünyanın en büyük devleti olma sıfatını kaybedinceye kadar, kısa bir Moğol devri hariç, tam 11,5 asır cihanın en büyük gücü şu veya bu Müslüman devleti olmuş ve çok kere bu müddet içinde dünyanın 2., 3., 4. güçlü devletine de yine Müslümanlar sahip bulunmuştur (Öztuna, 1:326). Bunun sırrını Nureddin Topçu, şöyle açıklar:
“Ruhî hayatımızın zirvesi, dinî tasavvurların dünyasıdır. İslâm dininin, milletimizin kuruluşunda en büyük rolü oynadığını biliyoruz. Türk’ün Müslüman olması, maddî hayattan ruhî hayata geçiş diye vasıflandırılabilir. Böyle bir gidiş, insanın tabiî ilerleyişidir. Gayesi ruha kavuşmak olan dinî hareket, yalnız ibadetler halinde görülen disiplinli bazı hareketlere münhasır değildir. O, mü’minin bütün hayatına yayılmıştır. Gerçek dindarın hareketi ibadet, sözü dua, bakışı rahmet, beraberliği kuvvettir. Bu hale ulaşabilme, duyulardan akla, akıldan kalbe ve ilhama yükselme sayesinde mümkün oluyor. Bu hayatta, tecrübe, akla dayanmış bir merdivendir. Akıl ise, kanadı aşk olmak şartıyla, kalbe ve ilhama yükseltici kuvvettir.” (Topçu, 133)
İslâm’ın Dönüştürücülüğü
İslâm, kendisini kabul eden fertleri ve toplumları, çok kısa zamanda değiştirme gücüne sahiptir. 23 sene gibi çok kısa bir zaman içinde, âdetlerine son derece bağlı, alabildiğine mutaassıp, acımasız, her bakımdan geri bir çöl topluluğundan, Kıyamet’e kadar bütün insanlara ilim, maneviyat, muamele, ahlâkî değerler gibi hayatın her sahasında rehberlik yapacak bir Sahabe toplumunu çıkarması, İslâm’ın eşsiz mucizesidir. Bunun gibi İslâm, kendisini kabûl eden diğer toplumları da aynı şekilde değiştirmiştir. Meselâ, Isaac Taylor, İslâm’ın kişiler üzerindeki tesiri konusunda Church Congress of England (İngiltere Klise Kongresi)’da yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:
“İslâmiyet kabul edildiği zaman putperestlik, totemizm, çocukları öldürme, büyücülük hemen kaybolur. Kirliliğin yerini temizlik alır ve İslâm’ı kabul eden kişi, şahsî bir şeref, haysiyet ve kendine güven duygusu kazanır. Hayasızca yapılan danslar, oyunlar ve cinsler arası ahlâksız münasebetler sona erer; kadının iffeti, kabul edilen bir fazilet halini alır. Çalışkanlık, tembelliğin yerine geçer ve keyfîlik yerini kanuna bırakır. Düzen ve temkin yerleşir. Kan davalarıyla, hayvanlara ve kölelere kötü muamele yok olur. İslâm, batıl inançlarla her türlü tefessühü silip süpürmüştür. İslâm, boş polemiklere karşı bir baş kaldırmadır. Kölelere ümit, insanlığa kardeşlik ve temel insan fıtratına tanıma getirmiştir.. İslâm’ın yerleştirdiği faziletler edeb, nefse hakimiyet, temizlik, iffet, adalet, metanet, cesaret, cömertlik, misafirperverlik, dürüstlük ve sabırdır.. İslâm, Müslümanlar arasında tam bir kardeşlik ve eşitlik vaz’eder. Kölelik, İslâm inancının bir parçası değildir. Çok kadınla evlilik şartlara bağlıdır ve zor bir iştir. Kaide olmaktan ziyade, sadece bir istisnadır. Musa [as] onu yasaklamamış, Davud [as] uygulamış, İncil de açıkça men’ etmemiştir. Muhammed [sas] ise, onu sınırlandırmış ve belli şartlara bağlamıştır. Müslümanlar, Allah’ın iradesine teslimiyetleri, nefse hakimiyetleri ve iffet, doğruluk ve İslâm kardeşliği sayesinde kendilerini taklitle çok şeyler kazanacağımız bir model oluşturmuşlardır. İslâm, Hıristiyan dünyanın üç baş belâsı olan sarhoşluk, kumar ve fuhşu ortadan kaldırmıştır. İslâm, medeniyet adına Hıristiyanlıktan çok daha fazla şey ortaya koymuştur.” (İzzetî, 335–36)
Yabancı Gözlemcilere Göre Müslüman–Türk Toplumu
İslâm, Türk tarihinde, bugün Türkiye’de yaşayan hiç kimsenin hayal edemeyeceği bir toplum meydana getirmiştir. Onun ancak son ve yıkılış dönemine yetişmiş Mehmet Akif, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazar ve şairlerimizin bazı kesitlerini sunduğu bu toplum hakkında batılı seyyah ve gözlemciler şunları yazıyordu:
Halkın ve toplumun karakteri
“Türkler, çok dindar ve merhametlidirler. Büyük saygı besledikleri padişahlarına son derece sâdık ve itaatkârdırlar. Türkler, birbirleriyle pek münakaşa etmezler. Şehirde askerler de dahil, kimse silah taşımaz. Pek az kavga ederler, düello nedir bilmezler… Gerçekten halis Türkler şarap içmezler… Çok sayıda oyunları vardır ama, parasız oynarlar… Türkler, az yerler, ne çok çeşitli, ne de çok nefis yemeklere düşkündürler… Kötü taraflarına gelince, çok izzeti nefis sahibidirler; kendilerini bütün milletlerin fevkinde görürler. Yeryüzünün en cesur ve asil kavmi olduklarına inanırlar…
“Türkler, her sahada intizamı o kadar severler ki, onu korumak için hiç bir şey yapmaktan çekinmezler… Her türlü eşya makul fiyatlara satılır. Mal satanların tartılarını kontrolle tavzif edilmiş memurlar her gün satıcıları kontrol ederler. Eğer terazisi hileli olan veya pahalı satan bir satıcıya tesadüf ederlerse, derhal değnek cezasını infaz ederler ve ayrıca tazminata da mahkûm ederler…” (Monsieur de Thevenot, Relation d’un Voyage Fait Au Levant, Paris 1665, s: 111, 126; nakl: Yabancılara Göre Eski Türkler, 7, 9)
“Türkler oyun oynamayı çok istihkâr ederler. Para kazanmak için oynayan bir adam, yani kumarbaz onların nazarında hırsızdan da âdi bir mahlûktur. Türkler dansı, kendileri için insanlık şeref ve haysiyetlerini lekeleyen, insanın en bayağı ve iptidâî taraflarına hitap eden basit bir maharet telâkki ederler.” (Porter, 32, nakl: Eski Türkler, 144)
“İnsan, paşadan küçük bir bakkala kadar bütün Türklerin aynı okulda yetişmiş, aynı asâlet mertebesine sahip büyük senyörler olduklarını zanneder… İstanbul halkı, yeryüzünün en medenî ve en dürüst halkıdır. İstanbul’da sokak kavgalarına, maksatsız dolaşan serserilere, dedikoducu kadınlara, herhangi bir fuhuş belirtisine, yüz kızartacak hiçbir harekete rastlamak mümkün değildir. Bütün yüzler, eller ve ayaklar tertemizdir. Yırtık elbiselere nâdiren rastlanır. Ama kirli olanlarına hemen hiç rastlanmaz. Hiç bir tarafta haylaz ve dilenci güruhuna tesadüf edilmez. Her tarafta muhtelif içtimâî sınıfların birbirlerine, karşılıklı saygı duydukları müşahade edilir.” (Reclus, 165, nakl: Eski Türkler, 6667)
“Birbirlerine karşı dürüst ve müşfiktirler. Yemek yerken kaç kere yanlarından geçen bir fakiri çağırıp doyurduklarını gördüm. Biz, bunu yapmazdık. Bir menfaat elde etmek yahut göze girmek için asla dalkavuklukta bulunmazlar. Hürmetkâr, cesur, ciddi ve sadedirler. Kimseye hakaret etmek istemezler. Az ve öz konuşurlar. O kadar dürüst ve namusludurlar ki, başka türlü olunabileceğini düşünmediklerinden ve herkesi kendileri gibi sandıklarından daima aldatılırlar. Türklerde sonsuz bir iyilik, şefkat ve sadelik hazinesi, güzel olan her şeye karşı köklü bir saygı ve zayıfa karşı derin bir merhamet mevcuttur.” (Garanville Murray, nakl: Eski Türkler, s: 79, 84, 85)
Kadın ve aile
“Sokakta bir kadına rastlayan erkek, bakmak yasak edilmiş gibi başını çevirir. Bir Türk için hiddetlenip kadına el kaldırmak kadar ayıp bir şey yoktur.” (Porter, nakl: Eski Türkler, 81)
“İranlılarda görülen gösterişe Türklerde rastlanmaz. Türkler arasında çelimsiz ve hastalıklara nâdiren rastlanır. Kanaatkâr ve sâde bir hayat sürmek onları böyle sıhhatli tutmaktadır. Türk, hiç bir zaman aldatmaz. Namuslu, iffetli, doğru sözlüdür. Yakınlarına çok bağlı olan Türk, elinde bulunan her şeyi onlarla paylaşır, karşılığında da hiç bir şey talep etmez. Türk, aile içinde âdil ve müşfiktir. Türk, umûmiyetle aile ve izdivaç bağlarına Avrupalılardan çok daha hürmetkârdır… Evin içinde mutlak hâkim olan kadın, daima müşfik ve mültefit bir muamele görmektedir… Türklerdeki fıtrî iyilik, tesir sahasını hayvanlara kadar teşmil etmekte ve meselâ bir çok bölgelerde eşeklere haftada iki gün dinlenme izni verilmektedir.” (Elisee Reclus, Nouvelle Geographie Universelle, “La Terre et Les Hommes,” 1884, c:9, s: 543, nakl. Eski Türkler, 4446)
İdareye saygı ve ordu
“Türklerde yalancılık, cinâyet ve hilekârlık yoktur. Padişahlarına tahtta kaldıkları müddetçe itaat ettikleri gibi, ALLAH’a da hiç bir engizisyona ihtiyaç olmadan mü’min ve mutidirler.” (Lord Byron, La Crise de O’rient’de, Paris 1907, nakl: Eski Türkler, 76)
“Türkler, hükümdarlarına derin bir hürmet beslemelerine ve ondan bahsederken çok nazik ifadeler kullanmalarına rağmen, çok kere onunla serbestçe konuşmakta, şikâyetlerde bulunup gerek padişahı gerekse vezirlerini haksızlık yaptıkları takdirde tenkit etmekten çekinmemekte…. ve hattâ baskı ve tahakküm ifrata vardırıldığı takdirde, isyanlara bile tevessül etmekten kaçınmamaktadırlar.” (Porter, nakl: Eski Türkler, 189)
“1832’de Arnavutluk, Manastır, Makedonya, Bulgaristan, Sırbistan’ı dolaştım. Bilhassa batı ve kuzey taraflarında Padişah ve Sadrazam’dan bahsederken ‘Allah, ömrümün on senesini alıp onunkine eklesin’ demeyen pek az köylüye rastladım.” (Eski Türkler, s:127)
“1526’da 200.000 kişi (Mohaç’a giden ordu) ekilmiş tarlalara ayak basmadan ve bir tek ot koparmadan yaya olarak imparotorluğu bir baştan öbür başa katetmiştir.” (J. Michelot, nakl: Eski Türkler, 90)
“Sükûn, intizam, ordugâhlarındaki temizlik, lüzumunda ceza vermek gibi müeyyidelerle desteklenen itaat, uzun yürüyüşlere, az gıdaya razı olmak, savaşa karşı iştiyak, muharebede şevk, disiplindeki mükemmeliyet, nefsi kontrol, gayeye sadakat: bütün bunlar, Türk askerlerinin mucizevî hasletlerinden bazılarıdır.” (Eski Türkler, 175)
“Türkler, bizim askerlerimize göre üç sebepten dolayı üstündürler. Komutanlarına derhal itaat ederler. Savaşırken hayatlarını hiçe sayarlar; uzun müddet arpa ve su ile iktifâ ederek ekmek, su istemezler ve şarap içmekten nefret ederler. (Eski Türkler, 176)
Hoşgörü
“Fâtih bir millet olan Türkler, idâreleri altındaki çeşitli milletleri Türkleştirmeye çalışmamış, onların din ve âdetlerine saygı göstermişlerdir. Romanya için Rus ve Avusturya idaresi yerine Türk idaresi altında yaşamak bir talih eseri olmuştur. Zîra aksi taktirde bugün Romen milleti diye bir millet olmayacaktı.” (Popescu Ciocanel, La Crise de O’rient, Paris 1907, nakl: Eski Türkler, 79).
Muhteşem medeniyet
“Binâenaleyh Evliyâ Çelebi’nin 17. asır sonunda Ankara şehrinde 170 çeşme, 3000 kuyu, 76 câmi ve en büyüğü 3.000 dervişi barındıran Hacı Bayram olmak üzere 15 kadar zâviye tespit etmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Yine Ankara’da Evliyâ Çelebi’ye göre, 200 hamam, 70 bahçeli saray, 6.600 ev, Kur’ân’ı ezbere bilen 2.000 kadar kız ve erkek çocuk ve ayrıca şerh ve tefsir edebilecek 1.000 kadar genç mevcuttur.” (Reclus, 193, nakl: Eski Türkler, 71)
“İstanbul’un büyük caddelerinin birinden geçiyoruz… Yol bizi, camilere, köşklere, minarelere, kubbeli çeşmelere, altın ve arabesk yazılarla süslü padişah türbelerine götürüyor. Her taraf mimarî şaheserleri, su şırıltıları, âhenkli bir mûsikî gibi hisleri kucaklayan ve ruha neşe veren serinlikteki gölgelerle dolu… Buradan padişahların kendi adına yaptırdıkları camilere varılıyor. Bunların her biri, caminin muhteşem kubbesi yanında hemen hemen silikleşen medrese, hastahane, kütüphâne, dükkân ve hamamlardan mürekkep küçük bir şehir teşkil etmektedir… Burada artık güzellik duygusundan çok daha derin ve çok daha kudretli bir şey hissetmeye başlıyoruz. Bize başka bir düşünce ve duygu dünyasının mermerden örülmüş muhteşem bir medeniyetin ifadesi gibi görünen bize yabancı ve karşı bir milletin, bize düşman bir îmânın iskeletini temsil eden ve zarif sütunlarının azametli diliyle, bizimkinden apayrı bir ALLAH’ın önünde eğilen, ecdadımızın titrediği bir halkın zaferini ilân eden bu âbideler, bu eserler, insana korku ve kuşku ile karışık bir hürmet telkin ederler.” (Reclus, 149, nakl: Eski Türkler, 7374)
Ana kaynak
“Avrupalılar, ahlâkî ve dînî peşin hükümlere kapılmasalar, Kur’ân–ı Kerim’in amelî hayatla sıhhatli bir felsefenin mükemmel bir imtizâcını teşekkül ettirdiğini, O’nun metafizik ve mücerret bir fazileti değil, beşeri hayata tam mânâsıyla intibâk ettirilebilecek bir fazileti talim eden bir kitap olduğunu teslime mecbur olurlardı. Eğer bütün insanlar Kur’ân’ın ahkâmına tam mânâsıyla riayet ederek yaşasalardı, bütün örf ve âdetlerin âhenkli bir şekilde muvâzelendirildiği altın çağın geri geldiğini görürdük.” (Reclus, 173, nakl: Eski Türkler, 68.)
Müslüman–Türk toplumu hakkında batılı seyyah ve yazarlarca ifade edilen bütün bu meziyetler, Türk karakteri ile İslâm’ın âhenkdâr kaynaşmasının, İslâm’ı samimî kabulün ve hayata hayat yapmanın meyveleri idi. Öyle inanıyorum ki, yarının tarihine de aynı kaynaşma ve aynı samimî kabûl yön verecektir.
Kaynaklar
– Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, c.1, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1983.
– Ebulfazl İzzetî, İslâm’ın Yayılış Tarihine Giriş, çev. C. Koytak, İnsan Yayınları, İstanbul 1984.
– Yabancılara Göre Eski Türkler, Bedir Yayınevi, İstanbul.
– Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye, Dergâh Yayınları, İstanbul 1978.
– Prof. Dr. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, Nakışlar Yayınevi, İstanbul.
– Doç. Dr. Erol Güngör, “Türk Millî Karakterinin Kaynakları”, Töre, sayı: 43
Türk Dünyası’na Açık Mektup! Mayıs 18, 2007
Posted by Aybars in Adalet, Ahlâk, Aile, Akrabalık, Aktarma yeteneği, Alperenler, Başlangıç, Bağlantılar, Bekarlara yardım, Birlikte çalışma, Canlılara hizmet, Dayanıklılık, Dürüstlük, Devlet, Din, Diğergamlık, Edep, Emanete sahip, Göçebelik, Güvenilir, Girişimcilik, Gurbet-gezme, Hastalara yardım, Hoşgörü, Kategorilenmemiş, Kimlik, Kimsesizlere yardım, Komşuluk, Konukseverlik, Sakinlik, Saygı-sevgi, Sevgi, Sorumluluk, Spor, Tasavvufi derinlik, Türklerin Bakışı, Uygar, Yardımlaşma, Yönetimde hoşgörü, Yenilikçilik, Zaman, İnsanlık, İnsanlığa hizmet, İstanbul efendisi.add a comment
Aziz Türk Milleti
Dünyanın en asil ve uygar milleti iken beceriksiz yöneticiler elinde dünyanın en zayıf ve görgüsüz milleti haline gtirildin.
Kendini unuttun. Vasıflarını unuttun. Seciyeni (karakter) bilmez hale geldin. Sapla samanı karıştırıp, doğru ile yanlışı ayırdedemez duruma düşürüldün. Hafızanı kaybettirdiler.
Yeniden büyük olmak istiyorsan kendini tanımalısın. Sana hayat veren ana vasıfları bilirsen, seciye ve ahlâkını öğrenirsen, iyi ve güzel yanlarını geliştirebilir, olumsuz yanlarını törpüleyebilirsin. Ama kendini tanımazsan yok olup gidecek, koyun sürüsü haline getirileceksin.
Zararın neresinden dönersen kârdır. Sana yakıştırılmak istenen, asla senin özelliğin olmayan sıradan özellikler, senin asıl seciyen (karakter) imiş gibi sana yutturulmaya çalışılıyor. Bundan hemen kurtulmalı kendini yakından tanımalısın. Onun için de tarihine, uygarlığına, eserlerine bakmalısın. Seni asil yapan neler varsa onları yeniden öğrenmeli ve evlatlarına öğretmekle kalmayıp yaşatmalarını sağlamalısın.
Biz bir gönüllüler topluluğu olarak bir çalışma başlattık. Bu sitede bizi biz yapan seciyemizi araştırıp milletimizin hizmetine sunmaya çalışacağız. Sen de katıl.
Yöntemimiz, sıradan özelliklerimizi anlatmak değil, davranışlarımızı yönlendiren, neredeyse genlerimize yerleşmiş ana hususiyetleri işlemek olacaktır. Seciyemizi (karakter) bu şekilde ilgililerin dikkatine sunulmak üzere ortaya koymaya çalışacağız.
Çalışmak bizden, yardım Allah’tan.
KÜÇÜK İŞLER YAPMASINI BİLMEYENLER BÜYÜK İŞLER BAŞRAMAZ! (İsmail Gaspıralı)